EK GRAMER NOTLARIM

A BIT & A BIT OF A:

A bit: Küçük bir miktar veya derece. 

I’m a bit tired (Biraz yorgunum).

A bit of a: Bir şeyin durumu veya özelliği hakkında tanımlama yapar. 

She’s a bit of a perfectionist (O biraz mükemmeliyetçi).

AFRAID & FEAR:

Afraid: Bir şeyden korkmak.

I’m afraid of spiders. (Örümceklerden korkarım.)

Fear: Korku duygusu veya durum.

He has a fear of heights. (Yükseklik korkusu var.)

AGE:
Yaş, bir kişinin veya şeyin yaşam süresi.

Her age is 25. (Yaşı 25.)

AGO, BEFORE & FOR:

Ago: Geçmişte bir zaman dilimi önce.

I saw him two days ago. (Onu iki gün önce gördüm.)

Before: Bir olaydan önce.

She was here before you arrived. (O, sen gelmeden önce buradaydı.)

For: Belirli bir süreyi belirtir.

I have lived here for 5 years. (Burada 5 yıldır yaşıyorum.)

AIN'T:
"Am not", "isn't", "aren't" gibi olumsuz yapıları informal şekilde ifade eder.

I ain't going to the party. (Partiye gitmiyorum.)

AIRPORT ENGLISH:
Havaalanında yaygın kullanılan, basit ve anlaşılır İngilizce.

Can you help me find my gate? (Kapımı bulmama yardım edebilir misiniz?)

ALLOW, PERMIT & LET:

Allow: Bir şeye izin vermek.

The teacher allowed us to leave early. (Öğretmen erken çıkmamıza izin verdi.)

Permit: Resmi izin vermek.

You need a permit to park here. (Burada park etmek için izin almanız gerekir.)

Let: Kibarca izin vermek.

Let me help you with that. (Bununla sana yardım edeyim.)

ALMOST, NEARLY & PRACTICALLY:

Almost: Yaklaşık, az farkla.

I almost finished the book. (Kitabı neredeyse bitirdim.)

Nearly: Neredeyse.

We are nearly there. (Neredeyse geldik.)

Practically: Gerçek anlamda, neredeyse kesinlikle.

It’s practically impossible to fail this test. (Bu testi geçememek neredeyse imkansız.)

ALONE, LONELY, LONESOME & LONE:

Alone: Yalnız, tek başına.

She was alone at home. (Evde yalnızdı.)

Lonely: Yalnızlık hissi.

He felt lonely during the holidays. (Tatillerde yalnızlık hissetti.)

Lonesome: Derin yalnızlık, hüzünlü yalnızlık.

She felt lonesome when her friends left. (Arkadaşları gittiğinde yalnız hissetti.)

Lone: Tek, yalnız.

He is a lone wolf. (O, yalnız bir kurt.)

ALSO, AS WELL & TOO:

Also: Ayrıca.

I also want to go to the concert. (Konserlere de gitmek istiyorum.)

As well: Aynı şekilde, de.

You can come as well. (Sen de gelebilirsin.)

Too: Ayrıca, çok.

I’m too tired to go. (Gitmek için çok yorgunum.)

ALTERNATE(LY) & ALTERNATIVE(LY):

Alternate(ly): Ardışık, sırayla yapılan.

We have alternate shifts every week. (Her hafta sırayla vardiyalarımız var.)

Alternative(ly): Alternatif, başka bir seçenek.

You can alternatively use a bus to get there. (Alternatif olarak oraya gitmek için otobüs kullanabilirsiniz.)

ANY MORE, ANY LONGER & NO LONGER:

Any more: Artık daha fazla.

I don’t want any more cake. (Artık daha fazla kek istemiyorum.)

Any longer: Artık daha uzun süre.

I can’t stay any longer. (Daha fazla kalamam.)

No longer: Artık değil.

He no longer works here. (Artık burada çalışmıyor.)

APPEAR:
Görünmek, belli olmak.

She appeared nervous before the interview. (O, mülakattan önce gergin görünüyordu.)

ARISE & RISE:

Arise: Ortaya çıkmak, meydana gelmek.

A problem arose during the meeting. (Toplantı sırasında bir sorun ortaya çıktı.)

Rise: Yükselmek, artmak.

The sun rises in the east. (Güneş doğudan doğar.)

ROUND, AROUND & ABOUT:

Round: Yuvarlak bir şekilde.

The table is round. (Masa yuvarlaktır.)

Around: Çevresinde, etrafında.

We walked around the park. (Parkın etrafında yürüdük.)

About: Hakkında, yakın.

This book is about history. (Bu kitap tarihle ilgilidir.)

AS IF, AS THOUGH & LIKE:

As if: Sanki, gibi.

She talks as if she knows everything. (Her şeyi biliyor gibi konuşuyor.)

As though: Sanki, gibi (daha resmi).

He looks as though he’s seen a ghost. (Bir hayalet görmüş gibi görünüyor.)

Like: Gibi (daha yaygın).

She looks like her mother. (O, annesine benziyor.)

AS WELL AS:
Ayrıca, ve de.

She sings as well as plays the guitar. (Gitar çaldığı gibi şarkı da söyler.)

ASK & ASK FOR:

Ask: Sormak.

I will ask her a question. (Ona bir soru soracağım.)

Ask for: Bir şeyi istemek.

I need to ask for help. (Yardım istemem gerekiyor.)

AT ALL:
Hiç, hiç bir şekilde.

I don’t understand him at all. (Onu hiç anlamıyorum.)

AT FIRST & FIRST:

At first: Başlangıçta.

At first, I didn’t like the idea. (Başlangıçta, bu fikri sevmedim.)

First: İlk, birinci.

This is the first time I’ve been here. (Burada ilk kez bulunuyorum.)

BATH & BATHE:

Bath: Suya girip temizlik yapmak, banyo yapmak.

I’m going to take a bath. (Bir banyo yapacağım.)

Bathe: Yıkamak veya suya girmek.

She bathed the baby. (Bebeği yıkadı.)

BE ABLE TO:
Bir şey yapabilmek, yetenek.

I am able to speak three languages. (Üç dil konuşabilirim.)

BE ALLOWED TO:
Bir şeye izin verilmek.

You are allowed to leave early today. (Bugün erken gitmene izin var.)

BE SUPPOSED TO:
Yapılması beklenen şey.

I’m supposed to finish this by tomorrow. (Bunu yarına kadar bitirmem gerekiyor.)

BE TO:
Gelecekteki bir plan veya görev.

The meeting is to start at 10 AM. (Toplantı sabah 10'da başlayacak.)

BE USED TO:
Bir şeye alışmak.

I am used to waking up early. (Erken kalkmaya alışkınım.)

BEAT & WIN:

Beat: Rakibi yenmek.

He beat me in the game. (Oyunda beni yendi.)

Win: Bir yarışmayı veya mücadeleyi kazanmak.

She won the race. (Yarışı kazandı.)

GONE & BEEN:

Gone: Gitmiş, hâlâ orada olmayan.

He has gone to the store. (O, mağazaya gitti.)

Been: Gitmiş ama tekrar gelmiş veya deneyimlenmiş.

I have been to Paris. (Paris’e gittim.)

BEFORE:
Önce, daha önce.

I’ve met him before. (Onunla daha önce tanıştım.)

BEGIN & START:

Begin: Bir şeyin başlamak, daha resmi bir kelime.

The concert will begin at 8 PM. (Konser saat 8'de başlayacak.)

Start: Başlatmak, daha yaygın kullanılır.

He started his new job today. (Bugün yeni işine başladı.)

BELOW, UNDER, UNDERNEATH & BENEATH:

Below: Altında, daha düşük seviyede.

The temperature is below freezing. (Sıcaklık sıfırın altında.)

Under: Altında, bir şeyin altında.

The cat is under the table. (Kedi masanın altında.)

Underneath: Altında, bir şeyin tam altında.

The keys are underneath the sofa. (Anahtarlar kanepenin altında.)

Beneath: Altında, daha resmi bir ifade.

The treasure is buried beneath the ground. (Hazine yerin altında gömülü.)

BESIDES, EXCEPT & APART FROM:

Besides: Bunun dışında, ayrıca.

Besides reading, I also like swimming. (Okumak dışında yüzmeyi de severim.)

Except: Hariç, dışarıda tutmak.

Everyone except John is coming to the party. (John dışında herkes partiye gelecek.)

Apart from: Hariç, dışında.

Apart from the noise, it was a peaceful day. (Gürültü dışında, huzurlu bir gündü.)

BET:
Bahis yapmak, iddia etmek.

I bet you can't finish it in an hour. (Bir saatte bitirebileceğini iddia ediyorum.)

BETWEEN & AMONG:

Between: İki şeyin arasında.

The bank is between the library and the cafe. (Banka, kütüphane ile kafenin arasında.)

Among: Üç veya daha fazla şey arasında.

He is popular among his friends. (Arkadaşları arasında popüler.)

BIG, LARGE & GREAT:

Big: Büyük, yaygın olarak kullanılır.

This is a big house. (Bu büyük bir ev.)

Large: Daha resmi ve geniş bir anlam taşır.

We have a large garden. (Büyük bir bahçemiz var.)

Great: Harika, çok iyi.

You did a great job! (Harika bir iş çıkardın!)

BİLDİĞİMİZ BAZI KELİMELERİN FARKLI ANLAMLARI:

Bark: Ağaç kabuğu / Köpek havlamak.

The bark of the tree is rough. (Ağacın kabuğu pürüzlü.)

The dog started to bark. (Köpek havlamaya başladı.)

Bow: Yay / Eğilmek.

She tied her shoes with a bow. (Ayakkabılarını bir kurdeleyle bağladı.)

He gave a bow after the performance. (Performanstan sonra eğildi.)

BORN & BORNE:

Born: Doğmuş, doğumla ilgili.

She was born in 1990. (1990 yılında doğdu.)

Borne: Taşınmış, taşımak fiilinin geçmiş hali.

The burden was borne by the workers. (Yük işçiler tarafından taşındı.)

BOTH:
Her ikisi, ikisi de.

Both of them are my friends. (Her ikisi de benim arkadaşım.)

BOTH ... AND ...:
Hem ... hem de ...

Both my brother and my sister are coming. (Hem kardeşim hem de kız kardeşim geliyor.)

BROAD & WIDE:

Broad: Geniş, daha kapsamlı.

The river is broad. (Nehir geniş.)

Wide: Fiziksel genişlik, yaygın.

She has wide eyes. (Geniş gözleri var.)

BY:
Tarafından, ile, yakınında.

The book was written by Shakespeare. (Kitap Shakespeare tarafından yazıldı.)

She is sitting by the window. (Pencerenin yanında oturuyor.)

CAN'T HELP:
Bir şeyi yapmaya engel olamamak, zorlayıcı bir durum.

I can't help laughing when I see him. (Onu gördüğümde gülmemi engelleyemiyorum.)

CARE:
İlgilenmek, dikkat etmek.

She cares about her friends. (Arkadaşlarına değer verir.)

CLOSE, CLOSED & SHUT:

Close: Kapatmak, yakın olmak.

Please close the door. (Kapıyı kapat lütfen.)

Closed: Kapanmış, açık olmayan.

The shop is closed on Sundays. (Dükkanlar pazar günleri kapalıdır.)

Shut: Kapatmak, sert bir şekilde kapatmak.

He shut the window too hard. (Pencereyi çok sert kapattı.)

CLOSE & SHUT:
Benzer şekilde, bir şeyi kapatmak anlamında kullanılır, ancak shut daha güçlü bir anlam taşır.

She closed the door gently. (Kapıyı nazikçe kapattı.)

He shut the door loudly. (Kapıyı yüksek sesle kapattı.)

CLOTH & CLOTHES:

Cloth: Kumaş, bez.

She wiped the table with a cloth. (Masanın üzerine bir bezle sildi.)

Clothes: Giysiler.

She bought new clothes for the summer. (Yaz için yeni giysiler aldı.)

COLLOCATIONS (MAKE & DO):

Make: Yaratmak, oluşturmak.

She made a cake. (Bir kek yaptı.)

Do: Yapmak, görev yerine getirmek.

I need to do my homework. (Ödevimi yapmam gerekiyor.)

COMPREHENSIBLE & COMPREHENSIVE:

Comprehensible: Anlaşılabilir.

The instructions were clear and comprehensible. (Talimatlar açık ve anlaşılırdı.)

Comprehensive: Kapsamlı, ayrıntılı.

The report provides a comprehensive overview. (Rapor kapsamlı bir genel bakış sunuyor.)

CONTINUAL(LY) & CONTINUOUS(LY):

Continual(ly): Durmaksızın, ancak aralarda kısa süreli duraklamalar olabilir.

She faced continual interruptions during the meeting. (Toplantı sırasında sürekli kesintilerle karşılaştı.)

Continuous(ly): Kesintisiz, devamlı.

The machine runs continuously for 24 hours. (Makine 24 saat kesintisiz çalışıyor.)

CONTRARY:
Zıt, karşıt.

On the contrary, I think it's a great idea. (Tam tersine, bunun harika bir fikir olduğunu düşünüyorum.)

CONTROL & CHECK:

Control: Kontrol etmek, yönetmek.

She has control over the situation. (Durum üzerinde kontrolü var.)

Check: Kontrol etmek, denetlemek.

I need to check my email. (E-postalarımı kontrol etmem gerek.)

COUNTABLE & UNCOUNTABLE NOUNS:

Countable nouns: Sayılabilen isimler, tekil ve çoğul halleri vardır.

I have two apples. (İki elmam var.)

Uncountable nouns: Sayılamayan isimler, genellikle tekil kullanılır.

I need some water. (Biraz suya ihtiyacım var.)

COUNTRY:
Ülke, coğrafi bir alan.

Japan is a beautiful country. (Japonya güzel bir ülkedir.)

CREDIBLE, CREDULOUS & CREDITABLE:

Credible: Güvenilir, inandırıcı.

She gave a credible explanation. (İnandırıcı bir açıklama yaptı.)

Credulous: Kolayca inanan.

He is too credulous to believe that story. (O, bu hikayeye inanmak için çok saf.)

Creditable: Takdir edilebilir, saygıdeğer.

Her performance was creditable. (Onun performansı takdir edilebilirdi.)

DARE:
Cesaret etmek, meydan okumak.

I dare you to jump into the water. (Sana suya atlamanı meydan okurum.)

DEAD, DIE & DEATH:

Dead: Ölü, hayatta olmayan.

The plant is dead. (Bitki ölü.)

Die: Ölmek, hayatını kaybetmek.

He died last year. (Geçen yıl öldü.)

Death: Ölüm, hayattan çıkış.

The death of his father was a great loss. (Babasının ölümü büyük bir kayıptı.)

DEYİMLER VE ATASÖZLERİ (IDIOMS AND PROVERBS):

Idioms: Dilin deyimsel ifadeleri, kelime anlamının dışında kullanılan anlamlar.

"Break a leg!" means "Good luck!" ("Break a leg!" iyi şanslar anlamına gelir.)

Proverbs: Özlü sözler, halk arasında öğüt niteliğinde kullanılan deyimler.

"A bird in the hand is worth two in the bush." (Elindeki kuş, çalıdaki iki kuşa bedeldir.)

DO & MAKE:

Do: Yapmak, bir şeyin işlemini yerine getirmek.

I do my homework every day. (Her gün ödevimi yaparım.)

Make: Yapmak, üretmek, oluşturmak.

She made a delicious cake. (Lezzetli bir kek yaptı.)

DRESS, BE DRESSED IN & GET DRESSED:

Dress: Giyinmek.

She dresses nicely. (Güzel giyinir.)

Be dressed in: Giyinmiş olmak.

He was dressed in a suit. (Bir takım elbise giymişti.)

Get dressed: Giyinmek.

Hurry up and get dressed! (Çabuk giyin!)

DRUNK & DRUNKEN:

Drunk: Sarhoş.

He is drunk after the party. (Partiden sonra sarhoş oldu.)

Drunken: Sarhoşlukla ilgili, genellikle daha resmi kullanılır.

Drunken behavior is unacceptable. (Sarhoş davranış kabul edilemez.)

DUE TO & OWING TO:

Due to: Nedeniyle, yüzünden.

The flight was delayed due to weather conditions. (Uçuş hava koşulları nedeniyle gecikti.)

Owing to: Aynı şekilde "nedeniyle" anlamında kullanılır, ancak daha resmi bir ifade.

Owing to his illness, he missed the meeting. (Hastalık nedeniyle toplantıyı kaçırdı.)

DUNNO:
Bilmemek, bilmiyorum.

I dunno where she went. (Nereye gittiğini bilmiyorum.)

DURING & IN:

During: Bir olayın içinde, süreç boyunca.

He slept during the movie. (Film sırasında uyudu.)

In: Bir zaman diliminde, genellikle daha geniş bir anlam taşır.

I was born in 1990. (1990 yılında doğdum.)

ECONOMIC, ECONOMICAL, ECONOMICS & ECONOMY:

Economic: Ekonomik, ekonomi ile ilgili.

The economic situation is improving. (Ekonomik durum iyileşiyor.)

Economical: Tasarruflu, ekonomik.

This car is very economical on fuel. (Bu araba yakıtta çok tasarrufludur.)

Economics: Ekonomi bilimi, ekonomik teori.

She studied economics at university. (Üniversitede ekonomi okudu.)

Economy: Ekonomi, bir ülkenin veya bölgenin üretim, tüketim sistemi.

The global economy is recovering. (Küresel ekonomi toparlanıyor.)

ED or ING SIFATLARI:

Ed adjectives: Bir şeyden etkilenmiş ya da duygu durumunu ifade eder.

I am interested in this topic. (Bu konuya ilgi duyuyorum.)

Ing adjectives: Bir şeyin özelliğini tanımlar, etkileyici olduğunu ifade eder.

The movie was interesting. (Film ilginçti.)

EFFICIENT & EFFECTIVE:

Efficient: Verimli, doğru şekilde çalışan.

She is an efficient worker. (O, verimli bir çalışandır.)

Effective: Etkili, istenilen sonucu sağlayan.

The new policy is very effective. (Yeni politika çok etkili.)

EITHER:
Herhangi biri, ya da.

Either you come with us, or you stay here. (Ya bizimle gelirsin ya da burada kalırsın.)

EITHER ... OR ...:
Ya ... ya da ...

You can either go to the cinema or stay at home. (Ya sinemaya gidersin ya da evde kalırsın.)

ESPECIALLY & SPECIALLY:

Especially: Özellikle, özellikle vurgulamak.

I love chocolate, especially dark chocolate. (Çikolatayı çok severim, özellikle koyu çikolatayı.)

Specially: Özel olarak, belirli bir amaç için.

This book was specially made for children. (Bu kitap özel olarak çocuklar için yapıldı.)

EVEN:
Hatta, bile, bile bile.

She didn’t even say goodbye. (Hatta veda bile etmedi.)

EVER, NEVER & ANY (hiç):

Ever: Hiç, her zaman (olumlu cümlelerde ya da soru cümlelerinde kullanılır).

Have you ever been to Paris? (Hiç Paris’e gittin mi?)

Never: Asla, hiç.

I have never seen that movie. (O filmi hiç görmedim.)

Any: Hiçbir şey, herhangi bir şey.

Do you have any questions? (Herhangi bir sorunuz var mı?)

EXHAUSTED, EXHAUSTING & EXHAUSTIVE:

Exhausted: Yorgun, tükenmiş.

I’m exhausted after the long walk. (Uzun yürüyüşten sonra çok yorgunum.)

Exhausting: Yoran, tükenmeye neden olan.

The workout was exhausting. (Egzersiz yorucuydu.)

Exhaustive: Kapsamlı, ayrıntılı.

The report was exhaustive and covered every detail. (Rapor kapsamlıydı ve her ayrıntıyı kapsıyordu.)

FAIRLY, QUITE, RATHER & PRETTY:

Fairly: Oldukça, makul bir şekilde.

She’s fairly good at tennis. (O, tenis konusunda oldukça iyi.)

Quite: Oldukça, biraz daha güçlü bir vurgu.

I’m quite tired. (Oldukça yorgunum.)

Rather: Biraz, oldukça.

It’s rather cold today. (Bugün oldukça soğuk.)

Pretty: Oldukça, güzel, hoş.

The movie was pretty interesting. (Film oldukça ilginçti.)

FALL & FELL:

Fall: Düşmek (genel olarak).

I fell down the stairs. (Merdivenlerden düştüm.)

Fell: Düşmek (fall fiilinin geçmiş hali).

He fell off his bike. (Bisikletinden düştü.)

FEMALE, FEMININE & EFFEMINATE:

Female: Kadın, dişi.

She is a female doctor. (O bir kadın doktordur.)

Feminine: Kadınsı, dişil.

She has a very feminine voice. (Çok kadınsı bir sesi var.)

Effeminate: Erkeklikten uzak, kadınsı (negatif bir anlam taşıyabilir).

He was criticized for his effeminate behavior. (Kadınsı davranışları yüzünden eleştirildi.)

FICTIONAL & FICTITIOUS:

Fictional: Kurgu, hayali.

Harry Potter is a fictional character. (Harry Potter, hayali bir karakterdir.)

Fictitious: Gerçek olmayan, uydurma.

The story is based on fictitious events. (Hikaye uydurulmuş olaylara dayanır.)

FIND & FOUND:

Find: Bulmak.

I can’t find my keys. (Anahtarlarımı bulamıyorum.)

Found: Buldu (find fiilinin geçmiş hali).

She found a wallet on the street. (Caddede bir cüzdan buldu.)

FOR, TO & BECAUSE (için):

For: Bir amacın ya da nedenin göstergesi.

This gift is for you. (Bu hediye senin için.)

To: Yönelme, bir amaca ulaşma.

I am going to the store. (Dükkanına gidiyorum.)

Because: Neden, sebep.

I am tired because I didn’t sleep well. (Yorgunum çünkü iyi uyumadım.)

FOREIGNER & STRANGER:

Foreigner: Yabancı, başka bir ülke vatandaşı.

He is a foreigner in this city. (Bu şehirde bir yabancı.)

Stranger: Tanımadık bir insan.

I met a stranger at the park. (Parkta bir yabancı ile tanıştım.)

GET:
Almak, elde etmek.

I need to get some rest. (Biraz dinlenmem gerek.)

GIMME:
Give me ifadesinin kısaltması, "ver" anlamına gelir.

Gimme that pen. (O kalemi ver.)

GOTCHA:
Got you ifadesinin kısaltması, anlaşıldı, yakaladım anlamında.

Gotcha! I knew you were lying. (Yakalandın! Yalan söylediğini biliyordum.)

GOTTA:
Got to ifadesinin kısaltması, yapmak zorunda olmak.

I gotta go now. (Şimdi gitmem gerek.)

HAD BETTER:
Bir şeyin yapılmasının daha iyi olduğu ya da gerektiği durumları ifade eder.

You had better study for the exam. (Sınav için çalışman daha iyi olur.)

HARDLY, SCARCELY & NO SOONER:

Hardly: Zorla, neredeyse hiç.

I can hardly hear you. (Seni neredeyse hiç duyamıyorum.)

Scarcely: Zor bir şekilde, hemen hemen.

We scarcely had time to finish the project. (Projeyi bitirecek kadar zamanımız neredeyse yoktu.)

No sooner: Hemen sonra, daha yeni.

No sooner had he left than it started raining. (O gitmişti ki hemen yağmur yağmaya başladı.)

HELP:
Yardım etmek.

Can you help me with this task? (Bu görevde bana yardım edebilir misin?)

HIGH & TALL:

High: Yüksek, yukarıda. Genellikle dikey değil, yüksekliği ifade eder.

The mountain is very high. (Dağ çok yüksek.)

Tall: Boylu, dikey uzunluk.

She is very tall. (O, çok uzun.)

HIRE, RENT & LET:

Hire: Birini iş için tutmak.

They hired a new employee. (Yeni bir çalışan tuttular.)

Rent: Bir şeyi belirli bir süre için kiralamak.

We rented a car for the weekend. (Hafta sonu için bir araba kiraladık.)

Let: Birine bir şeyi kiraya vermek.

They let their house to tourists. (Evlerini turistlere kiraya verdiler.)

HISTORIC & HISTORICAL:

Historic: Tarihi önemi olan, önemli.

The signing of the treaty was a historic event. (Antlaşmanın imzalanması tarihi bir olaydı.)

Historical: Tarihle ilgili, tarihsel.

The museum has many historical artifacts. (Müzede birçok tarihsel eser var.)

HOME & HOUSE:

Home: Ev, içinde yaşadığımız yer. Duygusal bağ içerir.

I’m so happy to be home. (Eve geldiğime çok sevindim.)

House: Bina, yapının kendisi.

They live in a big house. (Büyük bir evde yaşıyorlar.)

HOMEWORK & HOUSEWORK:

Homework: Öğrencilerin okulda yapması gereken ödev.

I need to finish my homework. (Ödevimi bitirmem gerek.)

Housework: Ev işlerini yapmak.

She does all the housework. (Ev işlerinin hepsini o yapar.)

HUMAN & HUMANE:

Human: İnsan, insanla ilgili.

Humans need food and water to survive. (İnsanlar hayatta kalmak için yiyecek ve suya ihtiyaç duyar.)

Humane: İnsanlıkla ilgili, insana yakışır, şefkatli.

The shelter provides humane treatment for animals. (Barınak, hayvanlara insanca muamele yapıyor.)

ILL & SICK:

Ill: Hastalıklı, hasta, genellikle ciddi hastalıkları ifade eder.

He has been ill for a week. (Bir haftadır hasta.)

Sick: Hastalık, genellikle daha genel bir anlamda kullanılır.

She felt sick after eating too much. (Çok yedikten sonra kötü hissetti.)

IMAGINARY & IMAGINATIVE:

Imaginary: Hayali, gerçek olmayan.

He has an imaginary friend. (Hayali bir arkadaşı var.)

Imaginative: Yaratıcı, hayal gücü geniş.

She is very imaginative and writes fantastic stories. (O çok yaratıcıdır ve harika hikayeler yazar.)

IMMIGRATE, EMIGRATE & MIGRATE:

Immigrate: Başka bir ülkeye yerleşmek.

They immigrated to Canada from India. (Hindistan'dan Kanada'ya göç ettiler.)

Emigrate: Kendi ülkesinden başka bir ülkeye gitmek.

My grandparents emigrated from Italy. (Büyükbabalarım İtalya'dan göç etti.)

Migrate: Göç etmek, genellikle mevsimsel veya geçici göç.

Birds migrate in the winter. (Kuşlar kışın göç eder.)

IN CASE & IF:

In case: Durum olması ihtimaline karşı.

Take an umbrella in case it rains. (Yağmur yağarsa diye şemsiye al.)

If: Eğer, koşul ifadesi.

I will go if it’s not too late. (Eğer çok geç olmazsa gideceğim.)

IN TIME & ON TIME:

In time: Zamanında, son anda yetişmek.

I arrived just in time for the meeting. (Toplantıya tam zamanında yetiştim.)

On time: Tam zamanında, planlanan saatte.

The train was on time. (Tren zamanında geldi.)

IN & WITHIN:

In: İçinde, bir şeyin iç kısmında.

I live in this city. (Bu şehirde yaşıyorum.)

Within: İçinde, belirli bir sınır veya zaman dilimi içinde.

We need to finish this task within two days. (Bu görevi iki gün içinde bitirmeliyiz.)

INTEREST, INTERESTED & INTERESTING:

Interest: İlgi, merak.

He has an interest in science. (Bilime ilgisi var.)

Interested: İlgili, ilgisini çeken.

She is interested in learning new languages. (Yeni diller öğrenmeye ilgi duyuyor.)

Interesting: İlginç, dikkat çekici.

This book is very interesting. (Bu kitap çok ilginç.)

IT:
Cansız varlıklar, kavramlar, olaylar için kullanılan zamirdir.

It is raining outside. (Dışarıda yağmur yağıyor.)

IT'S TIME:
Bir şey yapmak için zamanı geldiğini ifade eder.

It's time to go to bed. (Yatmaya gitme zamanı.)

JUST:

Kısa bir süre önce, yeni.

I just finished my homework. (Az önce ödevimi bitirdim.)

Sadece, yalnızca.

I just need a little help. (Sadece biraz yardıma ihtiyacım var.)

KINDA:
Kind of'ın kısaltmasıdır, biraz, birazcık anlamında.

I'm kinda tired today. (Bugün biraz yorgunum.)

LAST & LATEST:

Last: Son, önceki.

This is the last chapter of the book. (Bu, kitabın son bölümü.)

Latest: En son, en yeni.

She bought the latest phone. (O, en yeni telefonu aldı.)

LAY & LIE:

Lay: Bir şeyi bir yere koymak.

She laid the book on the table. (Kitabı masaya koydu.)

Lie: Yalan söylemek veya uzanmak.

He is lying on the bed. (O, yatakta uzanıyor.)

LEMME:
"Let me" ifadesinin kısaltmasıdır, "bırakayım" anlamına gelir.

Lemme help you with that. (Buna yardımcı olayım.)

LEST:
"Aksi takdirde, olmasın diye" anlamına gelir, çoğunlukla olumsuz sonuçları engellemek için kullanılır.

She left early lest she miss the bus. (Otobüsü kaçırmasın diye erken ayrıldı.)

LIKE & AS:

Like: Benzerlik gösterme, gibi.

She looks like her mother. (Annesine benziyor.)

As: Olarak, gibi, bir şeyin fonksiyonu veya rolüyle ilgili.

He works as a teacher. (O, öğretmen olarak çalışıyor.)

LIKELY:
Olasılık, ihtimal.

It is likely to rain tomorrow. (Yarın yağmur yağması olası.)

LITERALLY:
Tam anlamıyla, kelimenin tam anlamıyla.

I was literally shocked by the news. (Haberle tam anlamıyla şok oldum.)

LOUDLY & ALOUD:

Loudly: Yüksek sesle.

He spoke loudly to be heard. (Duyulması için yüksek sesle konuştu.)

Aloud: Sesli, yüksek sesle okuma.

She read the letter aloud. (Mektubu sesli okudu.)

MARRY & DIVORCE:

Marry: Evlenmek.

They got married last year. (Geçen yıl evlendiler.)

Divorce: Boşanmak.

They decided to divorce after five years. (Beş yılın ardından boşanmaya karar verdiler.)

NEAR (TO):
Yakın olmak, bir şeyin ya da bir yerin yakınında olmak.

The shop is near the school. (Dükkan okulun yakınında.)

NEED:
İhtiyaç duymak.

I need a break. (Bir mola ihtiyacım var.)

NEITHER ... NOR ...:
Ne ... ne de. Olumsuz iki şeyi birbirine bağlar.

Neither the book nor the pen is on the table. (Ne kitap ne de kalem masanın üstünde.)

NOTICEABLE & NOTABLE:

Noticeable: Dikkate değer, fark edilir.

There was a noticeable change in her behavior. (Davranışında fark edilir bir değişiklik vardı.)

Notable: Önemli, dikkate değer, genellikle övgüye layık olan.

He made a notable contribution to science. (Bilime önemli bir katkıda bulundu.)

OFFICER & OFFICIAL:

Officer: Bir organizasyonda veya bir kamu görevinde çalışan kişi (özellikle yetkili).

The officer arrested the suspect. (Memur, şüpheliyi tutukladı.)

Official: Yetkili, resmi, bir görevi olan kişi veya şey.

The official statement will be released tomorrow. (Resmi açıklama yarın yapılacak.)

ONE, YOU & THEY kullanımı:

One: Genel veya belirsiz bir kişi için kullanılır, genellikle resmi ve tarafsızdır.

One should always be honest. (İnsan her zaman dürüst olmalı.)

You: Konuşan kişi veya kişilere hitap eder.

You should try harder. (Daha çok çalışmalısın.)

They: Başkalarına atıfta bulunur, çoğulda veya belirsiz kişiler için kullanılır.

They were very kind. (Onlar çok naziktiler.)

OVER kullanımı:
Bir şeyin üstü, üzerinden anlamına gelir.

The bird flew over the house. (Kuş, evin üzerinden uçtu.)

PERMISSIBLE & PERMISSIVE farkı:

Permissible: Kabul edilebilir, izin verilen.

It is permissible to park here. (Buraya park etmek kabul edilebilir.)

Permissive: Hoşgörülü, izin veren; çoğu zaman fazla hoşgörülü anlamında kullanılır.

The permissive teacher allowed the students to talk during class. (Hoşgörülü öğretmen, öğrencilerin sınıfta konuşmasına izin verdi.)

POST, MAIL & POSTAGE farkı:

Post: Mektup gönderme eylemi veya postane.

I need to post this letter. (Bu mektubu göndermeliyim.)

Mail: Gönderilen mektuplar, postalama hizmeti.

I received a letter in the mail. (Postada bir mektup aldım.)

Postage: Posta ücretini ifade eder.

The postage for this letter is $1. (Bu mektubun posta ücreti 1 dolar.)

PREFIXES & SUFFIXES kullanımı:

Prefixes: Kelimenin başına eklenen ekler.

"Un" in "unhappy" is a prefix. ("Un" 'unhappy' kelimesinde bir önek.)

Suffixes: Kelimenin sonuna eklenen ekler.

"Ly" in "quickly" is a suffix. ("Ly" 'quickly' kelimesinde bir sonek.)

PRODUCE, PRODUCT & PRODUCTION farkı:

Produce: Üretmek, yaratmak.

Farmers produce food. (Çiftçiler yemek üretir.)

Product: Ürün, ortaya çıkan şey.

This is a high-quality product. (Bu yüksek kaliteli bir üründür.)

Production: Üretim süreci veya miktarı.

The production of goods has increased this year. (Eşyaların üretimi bu yıl arttı.)

SAY & TELL farkı:

Say: Birini söylemek, sözlü olarak ifade etmek.

She said she would come later. (O, sonra geleceğini söyledi.)

Tell: Birine bir şey anlatmak, bilgi vermek.

He told me a story. (Bana bir hikaye anlattı.)

SENSIBLE & SENSITIVE farkı:

Sensible: Mantıklı, akıllıca.

It is sensible to save money for emergencies. (Acil durumlar için para biriktirmek mantıklıdır.)

Sensitive: Hassas, duygusal.

She is sensitive about her appearance. (Dış görünüşü hakkında hassastır.)

SMALL & LITTLE farkı:

Small: Boyut olarak küçük.

This is a small house. (Bu küçük bir ev.)

Little: Genellikle duygusal, sevimli veya olumsuz anlamda küçük.

I have little time left. (Kalan zamanım çok az.)

SO FAR kullanımı:
Şu ana kadar, bugüne kadar anlamında.

So far, we have completed three tasks. (Şu ana kadar üç görevi tamamladık.)

SO ... THAT kullanımı:
Bir sebep-sonuç ilişkisini ifade eder.

She is so tired that she cannot walk. (O kadar yorgun ki yürüyemiyor.)

SO THAT & IN ORDER THAT kullanımı:

So that: Bir amacın ifadesi.

He studied hard so that he could pass the exam. (Sınavı geçebilmek için çok çalıştı.)

In order that: Aynı şekilde amaç belirtir, daha resmi.

He spoke loudly in order that everyone could hear him. (Herkesin onu duyabilmesi için yüksek sesle konuştu.)

SOME TIME, SOMETIME & SOMETIMES farkı:

Some time: Bir süre.

I need some time to think. (Düşünmek için bir süreye ihtiyacım var.)

Sometime: Bir zaman, belirsiz bir zaman dilimi.

We should meet sometime next week. (Gelecek hafta bir zaman buluşmalıyız.)

Sometimes: Zaman zaman, ara sıra.

I go to the gym sometimes. (Zaman zaman spor salonuna giderim.)

SORT OF, KIND OF & TYPE OF kullanımı:

Sort of: Bir tür, bir şekilde.

It’s sort of a difficult situation. (Bu, bir tür zor bir durum.)

Kind of: Bir tür, bir şekilde.

It’s kind of cold today. (Bugün biraz soğuk.)

Type of: Tür, çeşit.

What type of music do you like? (Ne tür müzik seversin?)

SOUND kullanımı:
Ses, anlamına gelir.

That sound is very loud. (O ses çok yüksek.)

SPEAK & TALK farkı:

Speak: Konuşmak, genellikle daha formal ve bir dilde iletişim kurmak.

She speaks three languages. (O, üç dil konuşur.)

Talk: Sohbet etmek, daha gündelik konuşmalar için kullanılır.

They were talking all night. (Bütün gece sohbet ettiler.)

SUCH ... THAT kullanımı:
"O kadar ... ki" anlamında, sonuç ifade eder.

It was such a great movie that I watched it twice. (O kadar harika bir filmdi ki, iki kez izledim.)

TELLEM kullanımı:
"Tell 'em" veya "Tell you" gibi ifadeler, "tell them" ya da "tell you"nun daha kısa ve gündelik halidir.

I’ll tell 'em to wait for you. (Onlara senin için beklemelerini söyleyeceğim.)

THE REST:
Gerisi, kalan kısmı anlamına gelir.

I finished my part of the work; now you can do the rest. (Benim işimi bitirdim; şimdi geri kalan kısmı sen yapabilirsin.)

THERE IS/ARE & HAVE farkı:

There is/are: Bir şeyin varlığını belirtmek için kullanılır.

There is a book on the table. (Masanın üzerinde bir kitap var.)

Have: Sahiplik belirtir, bir şeyin varlığına sahip olma durumunu ifade eder.

I have a car. (Bir arabam var.)

THERE IS & THERE ARE kullanımı:

There is: Tekil nesneler için kullanılır.

There is a dog in the yard. (Bahçede bir köpek var.)

There are: Çoğul nesneler için kullanılır.

There are many books on the shelf. (Rafın üzerinde birçok kitap var.)

THROUGH kullanımı:

İçinden geçmek, bir şeyi sonuna kadar yapmak anlamına gelir.

I walked through the park. (Parkın içinden geçtim.)

Bir süreçten geçmek veya bir etkinlikten türemek anlamında da kullanılır.

We went through a lot during the project. (Proje sırasında çok şey yaşadık.)

TOO & ENOUGH kullanımı:

Too: Aşırılık ifade eder, negatif anlamda genellikle kullanılır.

The soup is too hot. (Çorba çok sıcak.)

Enough: Yeterli, yeterince anlamına gelir.

I have enough money to buy the ticket. (Bilet almak için yeterli param var.)

TRAVEL, JOURNEY, TRIP & VOYAGE farkı ve kullanımı:

Travel: Seyahat etme eylemi, genel olarak hareket anlamına gelir.

I love to travel around the world. (Dünyayı gezmeyi seviyorum.)

Journey: Uzun ve önemli bir seyahat.

It was a long journey to the city. (Şehre uzun bir yolculuktu.)

Trip: Genellikle kısa süreli geziler için kullanılır.

We are going on a trip to the mountains. (Dağlara bir tatile gidiyoruz.)

Voyage: Uzun deniz yolculuğu veya gezisi.

The voyage across the ocean took months. (Okyanus üzerinden yapılan yolculuk aylar sürdü.)

USED TO & BE USED TO farkı ve kullanımı:

Used to: Geçmişte yapılmış ama artık yapılmayan alışkanlıkları belirtir.

I used to play soccer when I was a kid. (Çocukken futbol oynardım.)

Be used to: Bir duruma veya alışkanlığa alışmış olmak.

She is used to waking up early. (Erken kalkmaya alışkındır.)

WAKE, AWAKE, WAKEN & AWAKEN:

Wake: Uyanmak, birini uyandırmak.

I wake up at 7 every day. (Her gün saat 7'de uyanırım.)

Awake: Uyanık olmak.

He was awake when I arrived. (Ben geldiğimde o uyanıktı.)

Waken: Uyanmak, özellikle birini uyandırmak anlamında kullanılır.

The loud noise wakened me from my sleep. (Yüksek ses beni uykumdan uyandırdı.)

Awaken: Aynı şekilde uyanmak ya da uyandırmak, daha resmi kullanılır.

She awakened at dawn. (O, şafakta uyandı.)

WANNA kullanımı:
"Wanna", "want to"nun gündelik, konuşma dilindeki halidir.

I wanna go to the movies. (Sinemaya gitmek istiyorum.)

WEAR, PUT ON & GET DRESSED farkı ve kullanımı:

Wear: Üzerinde giymek, giysi taşımak.

She wears glasses. (O, gözlük takar.)

Put on: Giysi veya aksesuarları giymek, üzerine almak.

Put on your coat, it's cold outside. (Montunu giy, dışarıda soğuk.)

Get dressed: Giyinmek, kıyafetleri üzerine almak.

She got dressed quickly. (Hızlıca giyindi.)

WHATEVER, WHOEVER, WHENEVER farkı ve kullanımı:

Whatever: Ne olursa olsun, her ne olursa.

You can choose whatever you like. (Ne istersen seçebilirsin.)

Whoever: Kim olursa.

Whoever arrives first will win the prize. (İlk gelen kişi ödülü kazanacak.)

Whenever: Ne zaman olursa.

You can visit whenever you want. (Ne zaman istersen gelebilirsin.)

WILL HAVE TO kullanımı:
Gelecekte bir zorunluluk veya gereklilik ifade eder.

I will have to finish this report by tomorrow. (Bu raporu yarına kadar bitirmek zorunda kalacağım.)

WITH kullanımı:
Birlikte, ile anlamına gelir.

I went to the store with my friend. (Arkadaşımla dükkana gittim.)

WORTH kullanımı:
Değerli, bir şeyin karşılığında olma durumu.

This book is worth reading. (Bu kitap okumaya değer.)

WOULD RATHER kullanımı:
Tercih belirtirken kullanılır.

I would rather stay home than go out. (Dışarı çıkmaktansa evde kalmayı tercih ederim.)

Kaynak: Ekrem Uzbay (konusmaingilizcesi.com) notlarım. Daha detaylı bilgi için bu web sitesini incelemenizi tavsiye ederim.